ÖLÜMDEN ÖNCEKİ YAŞAM...
Yağmurla buğulanan
pencere camlarından bakınca,
kendini başka bir şehirde hissediyorsun.
Üzerinde parlak turkuaz pijaman,
ayakların çıplak, tırnakların pembe boyalı,
dokunsan ağlayacak bir şehir gibi...
İçeri vuran dikdörtgen ışığa hapsolmuş,
ellerini uzatıyorsun
avuçlarında olmayan taneciklerin
ışıkla damla damla doluşu...
Koltuğa oturuyorsun, basın öne eğik,
Koltuğa oturuyorsun, basın öne eğik,
ellerin dizlerinin arasında sıkılı
ve kendini dinlemeye çalışıyorsun
bağışlama, ihanet, arkadaşlık, hayat,
nefes molekünde nefes alan bakteriler,
birbirine düğümlü bağlar
bağların dahi birbirine dokunamıyor olmaları...
Sonra yatağının karanlığına sığınıp
uyumaya çalışıyorsun,
uyku kırıntıları aramak için debelenirken...
Fakat bulut gibi
sadece ellerinde nemli bir soğuk kalıyor.
Bir şeylerin farkındalığı seni daha da zorluyor;
yatağın sen şeklini almış sertliği,
bacaklarının huzursuzluğu,
kaç zamandır unuttuğun miden
bilinçli hale dönmen,
yanlarında kalman için zorluyor seni,
sinsi, ısrarcı, karşı konulmaz...
Hâlâ yağmur yağıyor,
böyle gönülsüz, duygusuz çiseleyerek
ve yine melankolik
ve aynı tekdüze melodi ile...
''Dünyada hiçbir şey yok aslında...''
diyerek doğruluyorsun
zaten seni kabul etmeyen yatağından,
''...karşıtı kadar güzel,
karşıtı kadar arzu edilmeye değer olmasın,
mutluluk bağışlamasın...''
Yeter ki evrenin kucağında
tek başına süzülebilmeyi öğrensin insan;
yaşamak mutluluk o zaman,
ve ölmek mutluluk...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder