31 Ağustos 2013 Cumartesi

BİLİNMEYEN NO 42:

İLK ROMANIM BÖLÜM 1..

(SİZE ULAŞMAM BİRAZ ZOR OLACAK:(
  Google + daki anlayamadığım sorunlar nedeniyle erişim problemi yaşamakyatım.. ne olduğunu anlayana kadar yazmak sorun olacağı için yazılarıma ait haberleri anladığım kadarıyla sadece facebook ve twitter dan verebileceğim..
  Bu sınırlı şartlara rağmen yazmaya devam edeceğim yazılarımı kontrol etmek üzere bloğuma giren ve beni okuyan arkadaşlara teşekkür ederim..
    







KİTABIN ADI: SEVDAM VE 29..
YAZAN: ÇETİN TARI..

KISIM 1… İNTİHARLAR
                                                                            
 
‘’Senin aşkın bende tecelli ettikten sonra,
Yüzünü görmesem de olur…"
(Fuzuli)
İLK SÖZ:
’’BUGÜN’’
01 EYLÜL 2018  ( SAAT 09.16)  …BEN
Fiziksel olmayan esrarlı doğasıyla aşk;
Görünmez kayalıklar ve her seçimde kabarıp bembeyaz köpükler halinde
Olasılıklara parçalanan zaman okyanusunda,
Fırtınaya kapılıp kaybolduğunu sandığımız bu çok uzak iki tekneyi,
Eninde sonunda girdabın merkezinde buluşturmayı başaran şeydi…

Şüphesiz seninle olduktan sonra dünyam sonsuz bir mutlulukla sarmalandı evet ama,
Her şey nasıl başlamıştı hatırlıyor musun?
Yani daha beraber değilken ve kader henüz karar vermişken birlikteliğimize ve aynı nefes alma anlarında ve saatler aynı rakamı gösteriyorken farklı gökyüzleri altında;
Aynı rüyayı görüyor muyduk ya da beraber iç çekiyor muyduk aynı anda örneğin?
Aynı rüzgar eserken yanağımdan saçlarına, kimim ya da nasıl biriyim diye
Düşünüyor muydun?
Sanırım farklı şehirlerde aynı zamanda meydana gelen iki musibetti her şeyin başlangıcı…
Benim ve kız kardeşin Zelan’ın intiharları…
Bizi karşılaştıran şeylerin kıvılcımı buydu ne garip;  iki farklı şehirde iki intihar…
Karşılaştıktan sonrası mı? Bana sorarsan, BEN var olmayı yani SEN’i seçtim.
Şu an yanımda olmasan da, benden bir parça olan…
‘’Hatırlıyor musun?’’



‘’…Aptallara göre insanlar; ırk,cinsiyet, milliyet, yaş,statü, renk, din ve dil olmak üzere             sekizden fazla kategoriye ayrılırlar.                                                                                                                                      Halbuki olay bu kadar komplike değildir. İnsanlar sadece ikiye ayrılırlar.                                                                                                           İyi insanlar ve kötü insanlar…’’
(A.    EİNSTEİN)




BÖLÜM 1…
’’MAVİ KIRLANGIÇ’’
 29 NİSAN 1996…  İZMİR/ŞİRİNYER  (SAAT 14.27)…  BEN ZEYNEP
     Bugün doğum günüm, dileğim: hiç doğmamış olmak… Gözlerimi kapamak ve ruhumun daha fazla acımadan mavi bir kırlangıç gibi göğe yükselişini izlemek…  Şüphesiz masmavi kanatlarına dokunmak ve onu sevmek de isterdim ki; bunu yinede hiçbir erkek onun kadar içten yapamamıştı; fakat hayattaki her şey gibi bu da yalanmış.
     ‘Birini unutmak için onunla geçirdiğin sürenin en az yarısının geçmesi gerek’ derler.  Bu sürenin fazlası geçti ama yaram kanamaya, beni karanlığa sürüklemeye devam ediyor. Artık geçmesi için çabalamıyorum, bileklerim hiç acımıyor, vücudum salgıladığı endorfinle kaplanın pençesindeki karaca kadar sıcak ve duyarsız…
     Bir şey hissetmiyorum,  tedirgince beni izleyen kızım Zeytin’den başka endişeli hiç bir varlık yok banyomda. Huzurluyum, yorgunum. Kendi kanımın küvetteki kırmızı metaforlarını, Munch’ın ‘’Çığlık’’ tablosunu ilk gördüğüm anki aynı hayranlıkla izliyorum… İnsana ait en masum tapınağa; uykuya çok yakınım. Annemin sesi ‘’ uyusun meleğim.’’ Uyuyorum, hepsi geride kaldı, hoşça kal Zeytin, hoşça kal anne ve hoşça kal mavi kuş…


‘’KİRAZ’’
29 NİSAN 1996…  DİYARBAKIR/İSKENDERPAŞA  (SAAT 14.30)…  SEN EKRAD
   Güzel yüzünü hatırlıyorum… Zelan, henüz dört yaşında. En çok siyah kuzuyu seviyor. Hava mor ve ağırbaşlı kızıllarıyla kararmaya başlıyor, koyunları ahıra sokma vakti. Ama kuzuyu sevsin diye çobanlara acele etmemelerini bildirdiğim bir bakış atıyorum. Sarılıyor ve kuzusunu öpüyor. Oturduğum yerden onu seyrediyorum. Alnında doğuştan bir melek izi var. Gamzelerinin çukuruna kayıp düşmek üzere olan buğday renginde bir melek… Bana bakıyor, gülümsüyorum. Koşarak boynuma atılıyor. Mutlu, en az küçük siyah kuzu kadar mutlu.
     Şimdi, bu çıplak hastane odasının küf rengi çaresizliğinde onu izliyorum. Buğday melek her zamanki yerinde ama bu kez kanıyor. Tıpkı ilk gençliğindeki gözyaşlarının yolunu taklit etmiş kan, ‘gözlerinden gamzelerine…’
    Doğduğu gün, babamın onun için ektiği kiraz ağacının ucunda kan kırmızı asılı bulalı dört saat oluyor. Dünyadaki en gerçek özeleştiriyi yapalı dört saat...
     İpin ucundan kendini bıraktığında alnı budağa değmiş olmalı. Onu diğer kiraz tanelerinden ayırt edemiyorum, bağıramıyorum, kanım tutuşuyor… Kardeşime onun siyah kuzusuna sarıldığı gibi sarılıyorum:
     ‘’Yardım edin! Kimse yok mu?’’
......................................................................................................................................................... 

30 Ağustos 2013 Cuma

BİLİNMEYENE NO: 41

DÜNYA TARİHİNİN 

EN KORKUNÇ GİZLİ TARİKATI

(ŞEYTANLA İŞBİRLİĞİ İÇİNDELER..)
  Size gerçek üstü ya da uydurma olaylar anlatmadığımı ve her olay ya da durumun tarihin bir sayfasına ait olduğu, gerçek ya da bilimsel olaylara blogda yer verdiğimi takip eden arkadaşlar bilirler. 
  İşte şimdi, yine tarihin derinliklerinden süzülüp gelmiş bir gizli örgütün ve gizli örgütler karşısında insanların nasıl bir savunma mekanizmasıyla birlik olduklarını anlatan tarihsel bir olayı ve hala varlığını çok güçlü bir şekilde sürdüren bu garip tarikatı anlatacağım.. 
  Bundan tam iki bin yıl önce ortaya çıktıklarında Roma imparatorluğu zamanının en korkulan ve nefretle bakılan gizli örgütlerinden biriydiler. Bir çok Romalı için fikir ortaktı; Bu gruptan olanlar kadın, erkek ya da çocuk gözetilmeden yok edilmeliydiler.. 
  Fakat bazıları ihtiyatlı olmalıyız diyordu; ''grubun çok kanlı intikam aldığına dair haberler var..''
  Bir çoğu veba gibi yayılan örgütün kendi çocuklarını da oluşumuna katacağından korkuyor ve onları artık sokağa salmaya bile çekiniyorlardı. Hatta komşuları bile örgütten olabilirdi, gerçekten de örgüt, liderleri olan karizmatik adamın önderliğinde bir çığ gibi büyüyordu..
(BİR OLUŞUM KENDİNİ NEDEN GİZLER;  KÖTÜLÜK..?)
  Bazı Romalılar o derece gruba kafayı takmışlardı ki her gizli örgüte yapıldığı gibi (bu günde böyledir) kulaktan kulağa yayılan haberler iğrenç senaryolar halinde büyüyerek kentleri sarıyordu; 'bu insanlar gerçekten de bu kadar ahlaksız olabilirler miydi?' Gelin anlatılanlara bakalım. Siz bunları duysanız ne düşünürdünüz?
  Ağızdan ağıza büyüyerek dolaşan hikayelere göre örgüt üyeleri yamyamdı ve ayinlerinde insan eti yiyerek insan kanı içiyorladı..
  Bu kanlı ziyefetlerine mutlaka yeni doğmuş bir bebeği de dahil ediyorlardı. Erkek ve kız kardeşler arasında seks partileri düzenleniyor, tuhaf kutlamalar yapıp, gizlice bir araya geliyor ve özellikle toplumun saygın kesimiyle temastan kaçınıyorlardı..
(BELKİ DE ÇOK BAĞIRANLAR YENİYORDU?)
  En garibi de selamlaşma yöntemleriydi: karşılaştıklarında boyunlarına asılı bir işkence aletini gösteriyor ya da onun işaretini yapıyorlardı. (bu garip gerçekten, devam..)
  Roma havzasında anlatılan bu olaylar asalete çok önem veren Romalılar için hem garip hem de gerçekten iğrençti. Politikacılar toplanarak örgütün sorgusuz sualsiz yok edilmesini emrediyordu ve kalabalıklar da gittikçe öfkeli, bu gruba daha çok diş biliyor ve yakaladıkları üyeleri işkenceden geçirerek yok ediyorlardı.. Fakat nafile onlar sürekli çoğalıyordu..
  İlk çıktığı anda karşılaştığı tepkiyi anlattığım ve hala dünya üzerinde (fazlaca yaygın) grubu sizde büyük ihtimalle duymuş ve en azından tatil yörelerinde karşılaşmışsınızdır sevgili arkadaşlar (aman dikkat!)
(HERKES KAPALI KAPILAR ARDINDA OLANLARI
MERAK EDİYORDU..)
  İlk günlerinde bu kadar korku ve gizem atfedilen bu tarikattaki anlattığım insanlar  kendilerine Hristiyan diyorlardı.. (sürpriz)
  Bu gün bu olaya pek çok komplo teorisi görmüş ve hala gizli örgütlerin (o iş senin bildiğin gibi diil kanka, adamlar her şeyi kontrol ediyo, senin haberin yok:) dünyayı kontrol ettiğini düşünen ve onlara olağan üstü nitelikler yakıştıran bizlere normal geliyor aslında.. 
  O derece gizemli olaylara açlık duyuyoruz ki, normal hayatın normal görünmesine katlanımıyoruz, sürekli altında bir şeyler arıyoruz, aslında monoton ve anlamsız hayatımıza anlam olabilsinler diye..
(TOPLANTILARI SAPKIN PARTİLER ŞEKLİNDEYDİ..)
  İşin garibi normal vatandaşlarca abartılarak kulaktan kulağa büyüyen bu öykülerdeki gerçek payı idi.. İsterseniz gizli örgütümüzde bulunan tüm bu özelliklere baştan bakalım.. Aslında Romalılar haklı gibi?
1. Gizlilik: Hristiyan olduğunu açıklamak ölüm demekti dolayısıyla örgüt gizli kapılar ardında toplanıyordu. Bu da onlara dair olağan üstü söylemlerin yayılmasına neden oluyordu..İyi olsalar neden gizlesinler kendilerini?
(AMA GÖRDÜĞÜNÜZÜ SANDIĞINIZ
 ÖN YARGINIZDIR ÇOĞUNLUKLA..)
2. Yamyamlık: Komünyon ayini düzenleyen insanlar İsa'nın kanı (şarap) onun (aslında tanrının,, teslis inancı) etini yiyorlardı (ağıza aldıkları ince bir yiyecek diyelim)
  Anlaşılması zor bu ayin yamyamlık suçlaması olarak karşılarına çıkacaktı..
3. Bebek yemek: Doğum kontrollerinden bihaber fakir Romalılar yeni doğan pek çok çocuğu sokaklara terkediyordu.. Hristiyanların bu bebekleri gizlice kurtarıp inançlarına katmak üzere sahiplenmesi ortadan kaybolan bu bebekleri yedikleri inancına sebep oldu..
4. Seks partileri ve ensest: Her ne kadar Gnostikler böyle yapsa da Hristiyanlarda böyle bir şey yoktu (Romalılar ikisini anlamıyordu Ha gnostik ha hristiyan) ama halka garip gelen örgüt üyelerinin bir birine 'kardeşim' diye seslenmesiydi.. 
5. İşkence aleti: Roma döneminin işkence aleti haç, İsa peygamberden dolayı grup için kutsaldı ama bunu bilmeyenler sapıtmış bir grupla karşı karşıya olduklarından emindiler.. Düşünsenize bugün boynumuza elektrikli sandalye figürü takıp dolaşan bir grupla karşılaşsanız nasıl düşünürsünüz;)
(FAKAT SÖYLENTİLER KULAKTAN KULAĞA YAYILIYORDU..)
  Sürü psikolojisiyle dünyevi dertlerimizi dışarıda arayan bizler için gizli tarikatlar can simitleridir.. En başta gelen özellikleri olan gizlilik derhal savunma mekanizmamızı harekete geçirir; 'iyi olan bir şey alenen ilan edilir, kötü olan gizlenir. O halde bir şey gizliyse mutlak kötü ve sakınılması gereken bir yapıdır..'
  Bu gün bile çok büyük çoğunluğu zararsız kardeşlikler seviyesinde olan (ve pişpirik oynayan) gizli topluluklara öcü ve her musibetin sorumlusu gözüyle bakılmaktadır. Oysa dünya o kadar karışık ve ince hesapların sırat köprüsünden başarıyla geçebileceği bir yer değil..
(VE HALK, KORKUYORDU, HER
KORKULANA REVA GÖRÜLEN OLDU,,
YAKALANANLAR YOK EDİLDİ..)
  ''Yok senin bir şeyden haberin kanka, o olayı adamlar tezgahladı Amerikan başkanını başa geçirip uzaylı kolonisini dünyaya yolladılar ve ardından Suriyeyi de işgal edecekler zira diğer adamlar Dünyayı yöneten 7 aileden biri olanın çocuğunu ortadan kaldırıldığı için ve kıl tüy ile..'' derseniz herşeyi bildiğiniz için size saygı duyabilirim ancak, ne mutlu size ve karmaşık dünyayı kolayca anlamlandırabilen hayal gücünüze..
  Önemli olan mutlu olmanızdır.. Garip fenomenler sizi mutlu ediyor ve bunları okuyup inanmaksa yaşam görüşünüz asla sorun yok, devam.. 
  Ama gizli örgütlerle ilgili pek çok şey okuyan bir arkadaşınız olarak rahat olun derim: Dünya o kadar da karmaşık bir yer değil..
  Hayatın kontrolünün kendinizden başka hiç kimseye ait olmadığını kavradığınız ve kaderinizin yaratıcısı olduğunuz günlerin farkına vardığınız basit anlamlarla dolu günler görmeniz dileğiyle..                  (Çetin TARI) 
  
  

  GÜNÜN VİDEOSU:

TUTKU


GÜNÜN KARİKATÜRÜ:

YARARLI CEMİYET MİYDİ? ZARARLI MI?


29 Ağustos 2013 Perşembe

BİLİNMEYENE NO: 41 (KERE MAŞŞALLAH)

BİLİM Mİ? DİN Mİ?

(BUBÜYÜK SAVAŞTA BİR TARAF OLMAN BEKLENİR..)
  Eğer üç yaşından küçük bir çocuğun yemek yediği mutfakta birden biretavana doğru yükselirseniz çocuk bunu gayet normal karşılayarak, yüzünde kocaman bir gülümsemeyle sizi alkışlayacaktır..
  Ama aynı işi (biz olgun insanlar) annesinin yanında yaparsa, büyük ihtimal şoka uğrayan kadın bayılacaktır..
  Peki ne oluyor da durumlara (yıllar içinde başka bir bilgi görmediğimiz için belki) derhal bu imkansızdır yaftasını yapıştırabiliyoruz.. Bu hakkı bize kim veriyor; tecrübeler mi, kültür mü, din mi. Belki de bilimin kendisi..
(YAPMAN GEREKEN TÜM İNANÇLARINI
SORGULAMAKTIR BELKİ..)
  Bilimin dediğimiz o saygın kurum aslında, bizzat çok uzun yıllar (olmaması gerektiği halde) tüm diğer düşünce sistemlerinden daha dogmatik yaklaştı yeni durumlara..
  Gözleyemiyorsanız yanlıştır veya sağduyuya aykırı olan bilime de aykırıdır dendi (peki zihin? gözleyemezsin maddi değildir?) ve hatta fizik ötesi diye bilimin asla tartışmadığı yasak bir bölge oluşturuldu..
  Ve kral Newton bir gün harekete ait üç ünlü yasa yayınlayarak, evrenin kadere uygun hareket ettiğini buldu. Bu insanlık tarihinin en büyük iki çatışanının (din-bilim) diğer ayağına da mantıklı geldi. Zira eğer maddenin şu an nerede olduğunu biliyorsam hızına ve kütlesine göre bir sonra alacağı konumu bulabilirdim. O halde kader kavramı bizzat düşman tarafından ispatlamıştı..
  Yani o ana kadar sorun yoktu; bilim ve din evreni (ama makro evren) daha sonra Einstein'ın yasalarında da sorun görünmeyecek şekilde el ele evreni açıklamaya koyulmuş ve barışmışlardı..
(OYSA BİLİM, İMKANSIZIN OLMADIĞINA İNANAN OLMALIDIR..)
  Yalnız, yağmurlu bir günde kapıyı atom altı seviyenin (mikro evren) maddeye benzemeyen, tam olarak nerede olduğu belli olmayan ve hatta eğer eşiğe bakarsanız orada vücut bulan yok pervaza bakarsanız orada madde haline gelen (tekinsiz, görürseniz derhal kapıyı kapayınız) kuantum fiziğinin madde tanımı çalıverdi. (yağmurlu gün kısmından emin değilim aslında..)
  Bu bilimin en büyük zekaları için de, din için de sorun olmuştu. Hatta gelmiş geçmiş en inanılmaz sonuçlara sahip kuramını (görelilik) her türlü deneyle bilim dünyasına kabul ettirmiş ultra zeka Eınstein bile bu yeni fiziğin kuramlarına saçma (sağ duyuya aykırı diyelim biz) gözüyle bakıyordu. Kendisi de dinle hiç alakalı olmamasına rağmen (internetteki videolara bakmayın siz) sağ duyusuyla bir mücadele içindeydi: Nasıl olur da olasılıklar (özgür irade mi?) yönetirdi evreni..
(O ZAMANLAR ZEHİRLENMEMİŞTİN DAHA..)
  O derece ki; ''Tanrı evrenle zar atmaz..'' şeklindeki, (o zamanların dindarlarının gönlüne su serpen) açıklamayı yaptı..
  Bilim adamları zekidir. Kuantum fiziğinin en büyük emektarlarından Niel Bohr anında cevabı yapıştırıverdi tabi: ''Tanrı'ya ne yapacağını söylemeyi bırak..''
  Bu aslında tam olarak Ramhta'nın söylediği gibiydi: 
 ''Hayat hakkında hiçbir zaman bir sonuca varamazsın.. Hayat tıpkı bizim sonsuz olmamız gibi sonsuzdur.. Ne olduğumuz hakkında daha fazla araştırma yapmalıyız. Yani ne olduğumuza ilişkin anlam, bizim tarafımızdan keşfedilmeyi bekliyor..''
(YOL ALDIĞINI SANSANDA BAŞA DÖNECEKSİN SIK SIK,
AMA ÖNEMLİ OLAN BU CESARETİ GÖSTERMEKTİ..)
  Yani kuantum fiziğine o zamanın bilim adamlarının (anlayabilenleri diyelim) karşı çıkması ve o günkü fiziği savunmaları aslında bilimin temel kanunu ile çalişmekteydi; ''Bu gün doğru bildiğin şeyin yarın yanlış olduğu kanıtlanabilir..''
  Ve siz sevgili arkadaşlar, size beş yaşınızdaki halinizden bahsedeyim: o zaman dünya Alis'in düşüverdiği çukur gibi bir yerdi. O zamanlar hiç bir şey size şu an dayattıkları gibi (biz doğruyuz,, artık doğru yola gel,, o kesinlikle yanlış olandır..) katı değişmez ve sıkı kurallarla zincirlenmiş bir yer değildi. Koşturup durmayı seviyordunuz, seyahati seviyordunuz ve her gün yepyeni keşiflerle doluydu kısaca özgür ve insan doğasının en yalın haline en yakın bulunduğunuz andaydınız (ne büyük şans..)
  Sonra okula gittiniz ve farklı tür insanlar zehirleyiverdi ruhunuzu (f. the system) 
  Kimi size katı tabletler üzerine kazılı uhrevi gerçeklerden bahsederken diğerleri bilim aydınlanma gibi kavramlarla aralarında bulunan çatışmadan bahsetti. Bir taraf olmalıydınız yoksa size bir yafta yakıştırlması (ateist, dinsiz ya da yobaz, bilim düşmanı..) kaçınılmazdı..
(ONLARA BENZEMEN KAÇINILMAZDI ..)
  Gittikçe arada kaldığınızı fark ettiğiniz bir çıkış yolu bulduğunuzu sandınız; ''Sorgulamadan kabul et..''
  Din içinde bilim içinde sorun yoktu. Bilim inanmıyorsa, bu gerçekti onu sorgulayamazdınız..
  Velhasılı sevgili arkadaşlar gerçek dünyaya döndüğünüzde sorgulamanıza izin vermediler ve bir akıllı çıkıp da (çıkmıştır tabi ki) sorgulayınız ve ona göre seçimizi yapınız demedi (ya da siz duyamadınız) ve siz arada kaldıkça yaşınızın da durumuna göre bu iki cephede bir o yana bu yana savrulmaya başladınız.. Kazanan varmıdır bilinmez ama kafası karışık bir kaybedenin olduğu şüphesizdi..
  Biraz uzatıp sıktıysam kusura bakmayın ama (aslında kendimle bir hesaplaşmadayım, bir çoğumuzu da ilgilendiren belki) o çok güvendiğimiz bilimsel devrimden önce dünya bambaşka hatta canlı bir yerdi; eski Çin'de evren sürekli akış halinde olan enerji kuvvetlerinin etkin bir etkileşimi olarak görülüyordu. Gülüyor musunuz (ve gülüyordu bilim); işin kötüsü artık kuantum fiziği de bunun böyle olduğunu söylüyor; her şey sürekli akıyor ve her şey bir biriyle bağlantılı ve tekdir..
  Sonra dinsel olan, bilimden ayrılmaya başladı ve ruhsal dönüşüm ile ölümsüzlük arayışında olan Simya Kimya halini aldı..
(BAZEN UZLAŞILDI TABİ:)
  Bilime göre bir sınır  vardı ve sınırı geçersen bilimden çıkıyordun (bilimsel afaroz.. aynı şey din içinde söz konusuydu tabi..)
  Kuantum fiziğine gelirken, dinle bilimin arası 17. yy filozofu Descartes tarafında çoktan dinamitlenmişti oysa; ''Beden kavramında, ruha ait hiçbir şey yoktur..'' diyordu; ''...ruhta da bedene ait hiçbir şey..''
  Bence yanlış olanın ne olduğuna gelirsek. Bilimle din arasındaki büyük uçurumu açan şey yine ön yargılarıdır. Bilim adamları dinin öğretileri hakkında çok az şey bilirken din adamlarının ise (çoğu kader kavramını açıklayamaz zira kendileride anlamamıştır..) bilimsel gelişmeler hakkında bir bilgileri yoktur ve kendilerini geliştirmek hor görülür..
(AMA SÜREKLİ DİDİŞTİLER, HAKLIYI BULMAK ADINA,
BAKTIKLARI AYNI MADALYONDU OYSA..)
  Düşmanın hakkında bir şey bilmiyorsan aradaki savaştan kime ne fayda gelecek.. Eğer bir iletişim yoksa aranızda barış olmayacaksa kime güveneceğiz..
  Oysa bu ikisi de aynı gerçekliğe bakmanın tamamlayıcı iki ayrı yolu olamaz mı?
  Burada benim savunmam üçüncü bir yolla alakalı belki, neden bir taraf olmalıyız ki.. Gökyüzünden bir yargılayıcıya tabi olduğuna da, maymundan geldiğine de inanmayan o adama ne demeli? üçüncü bir yolun olmadığına inanmasına engel olan, onu hor görmemize sebep olan nedir..
  Yavaş coştun diyebilirsiniz ama sorgulamak ve farklı düşünmek iyidir. bir şey dikte etmeye çalışmıyorum, sadece bu iki düşünce sisteminde de temel olan ama insanların işine gelmeyen en ilk emrini uyguluyorum ; Sorgula ve sen  (kendi) doğruna ulaş ama bir anlam sahibi ol mutlaka..
(BULMAK İÇİN KENDİMİZİ, ÖNCE KAYBETMEMİZ
GEREKTİĞİNİ BİLEMEDİK..)
  Bugün kuantum fiziği sayesinde algı sistemimiz tektrar alt üst olmuş durumda başa dönüyoruz. Aslında fiziksel evren diye bir şey yok. Maddenin derinlerine indiğinizde o, yakalanamaz bir enerji haline gelip yok olmakta..  Fiziksel evren özünde fiziksel değil,, o maddeden ziyade enerjiden ve hatta zor algılanabilir bir bilinç, zeka, bilgi (bakınız gözlemci kavramı) benzemektedir..
 Bu bahsettiğimiz sihir ya da uzak doğuluların mistik dini değil maalesef düpedüz deneysel bilimdir oysa..
  Madde ve ruh kavramları arasında eğer bir sıçrama oluyorsa bile bilim buna bakmayı şu an reddetmektedir. Özel hayatında psişik fenomenlere ilgi duyan pek çok akademisyen yaptıkları olağan üstü gözlem veya deneylerden (psişik diyelim) kayda değer sonuçlar alabiliyor,, ( bu başka günün konusu) ama bu tabulara bilim bulaşmak istemediği için kendi saygınlıkları adına susuyorlar..
  Bilim, milyonlarca dolar vererek (diğer maddelere kütle denilen kavramı veren; Higgs ya da) tanrı parçacığını aramaya koyuluyor.. (büyük oranda başarıldı)..
(DOĞRUYU KENDİLERİNİN OLMADIĞI İÇİN
KABUL ETMEK İSTEMEDİLER..)
  Peki bu bilimin nihai zaferimidir. Elbetteki hayır peki Higgs'e kütlesini veren nedir??
  Özetle sevgili arkadaşlar kesin doğruyum diyen tarafların, kadim kitapların, her şeyi bildiğini zanneden öğretmenlerin, evrenin sınırlı bölgesini açıklayabilen teorem veya deneylerin, annenizin, babanızın, dışarıda her şeyi biliyormuşcasına size ders vermeye çalışan dini liderinizin, siyasetcinizin, bilim adamlarının ne dediklerine öncelikle boş veriniz..
  Ama onları savlarını açıklamak üzere dinlemeyi de ihmal etmeyin, (yoksa kendi savunduğumuz şeyle çelişmiş oluruz).. Eğer bir şüpheniz varsa sorgulamaktan başka çareniz yoktur ve zaman bir anlam çıkarmanızda size yardımcı olacaktır. Tabi bir anlam kurgunuz zaten varsa hiç kurcalamayın; ne mutlu size...
(OYSA DOĞDUĞUNDA TEHLİKELİYDİ ONLAR İÇİN SORULARIN,
ALDATMAYA VE ALDANMAYA O ZAMAN BAŞLADILAR..)
  Kuantum fiziğinin garip fenomenlerini anlatmaya çalışmak (başka gün artık) üzere oturduğum bu yazı, bilimle alakalı (taraf) olmama rağmen, her şeyi ben bilirim zihniyetine sahip bilimin fizik ötesi diyerek araştırmayı yasakladığı alanların artık tabu olmasının kimseye yararının olmadığını savunmaya çalıştığım, dinle arasındaki ayrımın aslında uzlaşılabilir olabileceğini gösteren bir sorgulamaya dönüştü..
  Her şeyden öte (neye inanırsanız inanın) bir inanç sahibi olanların daha uzun yaşadıkları ve daha mutlu oldukları araştırmalar ile kanıtlanmış bir olgudur..
(OYSA SORGULA DİYENLER DAHİ DÜŞMAN İLAN EDİLMİŞTİ..)
  Eğer ki çok kafanız karışmış ve mutsuz hissediyorsanız asla kendinizden utanmayınız; siz cesur olanlardansınız..
  Önünüzde sadece sizin öğreneceğiniz ve kimseden emir almayacağınız , tıpkı beş yaşınızdaki halinizle algılanmaya hazır, mucizelerle dolu bir evren uzanmakta.. 
  Zaman içinde mutlaka, hayatta yapılaması gereken işler bölümüne kaydederek, her gün bir şeyler daha katmanız gereken bu anlam arayışı araştırmanız sonunda mutlaka bir sonuca ulaşacaksınız.. 

(AMA SEN YİNE DE SORGULA..)
   Sakın korkmayın zira öğrenenlere açılır ancak tüm kapılar..

 Araları açık gibi görünse de din ve bilimin unutulan (ve unutturulan belki)temel bir ortak özellikleri vardır ki; 
  ''ikisi de kendilerinin, öncelikle sorgulamalarını hoşgörüyle karşılamaktadır..'' 
  Aksi halde inanacağınız şeye tüm kalbinizle ve olabildiğince şüphelerinizden arınmış olarak sarılmanız biraz zor olacaktır..
  Her gününüzün çocukluğunuzdaki kadar mutlu geçmesi dileğiyle..
                                                                                                               (Çetin TARI)

  
  
   
   
  
  

  GÜNÜN VİDEOSU:

DR QUANTUM: NE BİLİYORUZ Kİ?


 GÜNÜN KARİKATÜRÜ;
HAWKİNG





28 Ağustos 2013 Çarşamba

BİLİNMEYEN NO 40:

(İLK KISA HİKAYEM..)

YELKOVAN
(OKUMAK, HER YERDE..)
''...Bu gün blogla uğraşmaktan bir türlü tamamlayamadığım kısa hikayemi tamamlamak için bloğa harcadığım sabah vaktini (başka zaman yazamıyorum) kısa hikayemi tamamlamak için kullandım.. dolayısıyla sevgili arkadaşlar boş kalan bloğu da doldurmak için yazdığım hikayenin uzunca bir kısmını burada sizinle paylaşma gereği duydum. (e napacaktın ki zaten diyenlere asıl planımı açıklayayım ki, az sonra çıktısını alacağım yazımı Yapı kredi yayınları, varlık dergisi ve bir iki edebiyatla ilgili dergi daha, kararlaştırdıktan sonra değerlendirilmesi, belki de yayınlanması; (aman neler yayınlamıyolar ki, benimki de yayınlanır her halde :) amacıyla postaya vereceğim.. 

 İddialı konuşmadan ve sulandırmadan sonunu toparlayayım ki,, yayınlanmasa bile hayallerinin peşinden gitmek üzere çaba göstermek iyidir ;)  ( Çetin TARI)
  
*** HİKAYENİN TAMAMINI SAAT 6.00 İTİBARI İLE YAYINLAMIŞ BULUNUYORUM..

YELKOVAN

(ÇOCUKLUĞUM..)
   Saat üç ile dört arasında, dörde daha yakın. Yelkovan düşeli iki ay oldu. Yine de saati neredeyse tam olarak tahmin edebiliyorum, 38 dakika geçiyor. Bunun sebebi saniyeleri sayıyor olmam da olabilir tabi…
  Annem tamir ettirmek üzere götüreceğini söylemişti ama sürekli unutuyor, bense hatırlatmıyorum artık, alıştım durumuna…
  Geldiği ilk günü hatırlıyorum 1979 ilkbaharında arka bahçede çamurdan tabanca yaparken biz, Almanya’dan gelen komşumuzun hediye olarak getirdiği guguklu saat bu…
  O gün ağabeyimle, saat başı ötecek diye gece yarısına kadar başından ayrılamamıştık. Kuş her öttüğünde sahip olduğu zekaya mucize gözüyle bakıyorduk, ne kadar da havalı bir saatti…
(GELMİYORDU..)
  Odama uğramayalı iki günden fazla oldu? Yemeğim ve suyum yok ama her şeyden öte sigaram da kalmadı... Oysa hayatla tek bağımın sigara ve kitaplarım olduğunu biliyor, her ne kadar artık kitap okuyamayacak kadar dikkatim dağınık olsa da...
  Ağabeyim, üç gün kalan 12. Yaş gününü göremeyeceği bir trafik kazasında ölürken onun yokluğuna bir türlü alışamayan ve avuç dolusu sakinleştiriciler ile ayakta durabilen babam sonunda bu dünyada daha fazla duramayacağına karar verdiğinde, 26 yaşıma yeni basmıştım..

   Tarih boyunca yaşayıp ölmüş insan sayısı 110 milyardır.
  O günden sonra değiştiğimi anlatıyordu annem. Sürekli hastaneye gitmeler, testler, unutmalar, anlamsız konuşmalarım içinde kayboluş ve sessiz asabiyetim…
  Artık işime devam edemeyeğimin kesinleştiği o salı günü ve eve kapanma sürecim ve ardından doktorun kapalı kapılar ardında anneme şizofreniye doğru kaymakta olduğumu anlatması..
(YEŞİL BİR ÇAMUR GİBİYDİ..)
  Kaymak? Bir insan neden kayar? Tabi ki elinde olmadığı için...
   Ama yanlış bir tespitti, bir şeylere kaydığım yoktu, daha doğru olan beynimden fışkıran tüm o diğer kişiler ve seslerin dünyama kaymakta olduklarıydı... Durdurmak ya da onlardan kaçmak mümkün olamadı, bir gün uyandığımda tüm ruhumu işgal etmişlerdi...
  Sigaradan sepya bir renk alan odamın duvarlarını krem rengiydiler diye hatırlıyorum, oysa gri olduklarını not almışım pencerenin sağ alt köşesine...

Artık sorma! duvarlarının eski rengi; gri…
  Emin değilim… Oysa eskiden hiçbir şeyi unutmazdım; tarihler, isimler, yüzler ve hatta kitaplar bir resim gibi hayalimde, önüme sayfalarca açılır ve ben onları yanlışsız, ezbere okuyabilirdim. Bunu herkesin yapamadığını fark ettiğimde altı yaşımdaydım.
(ARTIK HER YERDELER..)
   Babam; ‘‘Gel...’’ derdi misafirlerin yanında gururla, ‘‘…sana aldığım küçük Prens kitabını, ezbere bir oku…’’
  Oysa artık en ufak şeyler bile labirentte kaybolan fareler gibi beyin kıvrımlarımda eriyip yok oluyorlar…
  Artık unutmamak için her şeyi yazıyorum. Keçeli kalemimle ve odamın duvarlarında gördüğüm, kalan her boşluğa yazıyorum… Tavanda ulaşabildiğim yerlere kadar üst üste karalamalar dolu...  Hatırlamalıyım, eskiden bildiğim her şeyi uykusundan uyandırmak için ihtiyacım var yazmaya ve bunları tekrar tekrar okumaya, hiçbir şeyi unutmamalı, babama mahçup olurum…

İyi değilim ama özellikle unuttuğum an, ölüyor olduğum kesinleşecek sanki… İçimde, çok derinlerimde, bozulmadan kalmayı başarmış bir yerdeki garip bir sezgi böyle söylüyor… yazmalısın, dayan…

(UNUTMAMAK İÇİN YAZMALIYIM..)
1907 yılında Massachussetts’li bir doktor, özel bir ölüm döşeği tasarladı. Sonra da insan vücudunun ölüm anında 21 gram kaybettiğini rapor etti.
Bu nedenle ruhun 21 gram tuttuğu varsayılıyor…
(o son anda, 21 gram eksileceğim)
  Odama uğramayalı iki gün mü oldu? Bu sabahtan itibaren hayallerim, susuzluğun da etkisiyle koyu yeşil çamurlara benzeyen canavarlar halini aldı… Gözlerimi kapadığımda çivit mavi bir tona gömülüyor ve dayanamayıp açtığımda onları, her yönden sırayla başımın üzerine çullanıyorlar…
  Nefes alamayacağımı düşündüğüm son anda kafamı tahta pervaza vurmasam, öldürmeleri kaçınılmaz. Eskiden de olurdu ama belki ayda bir, oysa şu an sürekli odada karşımdalar…

Kendime; elektronik mühendisisin.
Okulunu birincilikle bitirdin…
  Pervazı her an daha çok kaplayan kan beni ölesiye korkutuyor, yoksa hayal mi hepsi… Yani az önce geldi ve beni kontrol etti belki, üzerimi değiştirip yanıma o beyaz gofretlerden de koydu, belki açlığım susuzluğum, kafamdan akan kan, hepsi, hepsi birer hayal…
(OYSA ESKİDEN..)
  Saat beşi üç dakika geçiyor olmalı… Susuzluğum dayanılmaz ama dışarı çıkamam, kaç yıl oldu bu odadan dışarı adım atmayalı, beni yutmak üzere eşikte bekleyen düşmanlarımın topraklarına…

Yetişkin bir insan günde 23 bin defa nefes alır…
  Nefes alamıyorum, neden yanıma gelmiyor, dışarı çıkamayacağımı bilmiyor mu? Küçük tuvaletimi yatağın arkasına yaptım az önce, geldiğinde kızacak ama olsun, hele bir gelsin de bu kez onunla konuşacağım. Çok şaşıracak ve gülümseyecek belki, saatin yelkovanını buldum ittiğim yatağın altında…
  Eskiden ne çok konuşurdu benimle, ne çok gülerdik, oysa nasıl bir şey olduğunu hiç hatırlamıyorum artık  gülmenin ve biriyle konuşabilmem imkansız gibi…
  En büyükleri dalga geçiyor sürekli. Burada öleceğimi söylüyor, arkama dönmem gözlerimi kapamam fark etmiyor onun için, sürekli omuzlarımda. Omuzlarımdaki melekleri de çoktan kovmuş…  Artık yapayalnızsın diyor…
(HER ŞEYİ PARÇALADIM..)
   Saatten yayılan dalgalar dev bir çanın içindeymişim gibi beynimde çınlıyor. Kahkahaları her yerde; ‘’Burada öleceksin, kimse yok bu evde…’’

Ölümden sonra üç gün içinde akşam yemeğini öğütmeme yardımcı olan enzimler beni yok etmeye başlar..
  Saati ve çocukluğumdan kalanı, az önce parçaladım. Ve masamı da ve kitaplığımı da… Kapımın içeri açılan camını da kırmalıyım, bunlar cesaretimi toplamak içindi ve gücümü toplayıp dışarı adımımı atabilirsem, çok kızacağım bu gün ona; ‘’Beni, oğlunu nasıl unutursun? Dışarı çıkamayacağımı bilmiyor musun, hem yıllardır çıkmadım ki?’’
  Güneş doğuyor. Dışarı bakamam ama ilk kez kalın perdelerimi açma gereği hissediyorum. Tüm korkularıma ve insanların o tiksinti veren bakışlarına rağmen perdeleri aralayacağım bugün…

Vietnam işgalinde Amerika, öldürdüğü
her Vietnamlı için 50 bin kurşun attı..
(TÜM YORGUNLUĞU, BENİM YÜZÜMDEN..)
  Saatin kaç olduğunu bilmiyorum artık ama açlıktan uyuşan beynim, camın önünde yıllar önce kurumuş olan çiçeğin, kalan iğrenç dallarını yememi emrettiğinden beri olmayan kontrolümün son kırıntılarının da elimden uçtuğunu fark ediyorum.
  Kesilen elime aldırmadan, kırdığım oda kapıma ait buzlu cama, nihayet bakma cesaretini gösterebiliyorum. Görünen duvarlar tertemiz ve aydınlık gibi...
   Yeşil yaratık duvarın dibinde oturmuş saatin kırık parçalarını kurcalarken, birden donuk bakışlarını üzerime dikerek niyetimi anlamışçasına, çıkmamamı emrediyor; ‘‘Anneni o halde görmek istemezsin…’’

İnsan beyninin %80’i su dur ve öldüğünde…
(VE GECE..)
  Tanımaktan aciz olduğum sesimle, her zaman yaptığım gibi kulaklarımı kapayarak sonsuz tartışmalara giriyorum kendimle, bir ileri bir geri sallanırken bu kez beni duysun diye ama odama gelen yok.
  Sadece karşımdaki yeşil çamur, yolun sonuna geldiğimi söylüyor elindeki yelkovanı yüzüme fırlatırken: ‘’şizofrenler, tüm ailesini kaybedince ne olur biliyorsun değil mi?’’ Ve daha şiddetli gülüyor bu kez ve sesi duvara sürülen keskin pençeler gibi beni halıda yeni açılan dipsiz bir kuyuya çekemeye çalışıyor. Buradan çıkmalıyım…
   Gözümü açtığımda hava kararmış ve ben koridorda boylu boyunca yatmaktayım. Buraya nasıl geldiğimi hatırlayamıyorum. Artık hiçbir şeyi hatırlamıyorum. Buranın duvarlarında notlar yok, geçmişim ya da kim olduğum, sanki hiç yaşamamışım ve başka bir zamandayım, iyi olduğum zamanlar..
   Babamla annem ağabeyimle birlikte televizyon izliyor olmalılar. Koridorun sonundaki odada hafif sesler altında oynaşan ışıkları hissedebiliyorum. Arkamdan gelen yeşil yaratığın tüm azarlamalarına rağmen sorun yok, kalbim deli gibi çarpsa da yanlarına gidebilirim …

                      
                Kalbimiz Bir Dakikada 5 Litre Kan Pompalar.
 Böylece Kan Vücudumuzda Her Gün TaM 100 Defa Deveran Etmiş Olur... 
    Ve odadayım, yıllar sonra… Duvardaki eski moda halı ‘saraydan kız kaçırmayı’ anlatan deseniyle çocukluğumu çağırıyor odaya. Ve ben yerde kırık tahtalarla oynayan küçük halime dokumadan kanepede yatan anneme yaklaşıyorum. Çocuk yapma diyor, ‘’…yatıyor, çok yorgun…’’
  Benim yüzümden yorulduğunu biliyorum. Örterek battaniyeyi omuzlarına sessizce dağılan bembeyaz saçlarını düzeltiyorum. Hiç kımıldamıyor. Huzurlu bir ifadesi var, uyuyor, biliyorum, artık uyumalı…
   Uyandırmamak için uykusundan, mutfağa geçiyorum son gücümle ve parmaklarımın ucunda...
  Küflenmiş bir ekmek parçasını da alarak yanıma, yeşil yaratığın daha fazla gürültü yapmasına engel olmak için artık, kapıyı açıyor ve arkamdan kilitleyerek dışarı çıkıyorum, karanlığa karşı elimde yelkovanımla başbaşayım… 

............................................................................................................

İLK HİKAYEMİ (BU TAMAMIDIR..) OKUDUĞUNUZ İÇİN GÖNÜLDEN
THANK U ....
***varlık ve yky yolladığım bu ilk hikayem için lütfen yorum yapınız??
                                                                                                         (Çetin TARI/2013/AĞUSTOS)