28 Haziran 2017 Çarşamba

ÖLÜMDEN ÖNCEKİ YAŞAM...

Bir yerlere doğru yolculuğa çıkmaya dair
umutsuzca bir hasreti anlatan 
sözcüklerle, beyaz sayfa üzerinde
parkta koşuşan çocuklar gibi tepinen,
hepsi birbirinden tehlikeli fiillerle silahlanmış
cümleler yazıyorsun. 
Fotoğraf
Pencereni açmak,
direklerini pervaza dayamak, caddeyi izlemek
ya da saatlerce basit bir Anadolu kilimi üzerinde
yorgun siyah bir köpek gibi yatmak iken
tüm amacın, anlıyorsun, 
asıl sıkıntının sana yolladığı son (ilk) mektup olduğunu...
Açılıp kapanmaktan kat yerleri yırtık
güneş asıl rengine azıcık sütlü kahve katmış:
Sorun 'yazdıklarının mükemmel olması' 
ve biliyorsun,
gerçek aşkın bu kadar tutarlı olamayacağını,
sözün aşk karşında dengesini kaybedeceğini,
tutkunun söz söyleme yeteneğinin çalımına takılacağını, gerçek aşkın dilinin tutuk,
beceriksiz ve aciz olduğunu...
Fotoğraf
Ve gözün tavanda gittikçe büyüyen bir karaltıya takılıyor, kimsenin görüp fark edemeyeceğinden emin olduğun şizofrenik bir evren kadar büyük,
tanımsız bir nokta kadar,
doğru kadar,
düzlem kadar,
geometri kadar saçma..
Karaltının 'kendi için' olduğunu,
saatlerce içinde yürüyüp de
kimseyle karşılaşmadığın zaman anlıyorsun.. 
Fotoğraf
Ve nihayet; bir yazarla karşılaşıyorsun içindeki içeride,
adını çıkaramadığın, kendi kendine söylenen:
soğuk diye bir şeyin olmadığını söylüyor ilkin umutla,
soğuk, sıcağın olmaması ve
karanlık da yok diyor sonra aslında,
o da ışığın olmamasıdır.
Yani var olan ve var olmayan, aynı şey...
Peki diyorsun sonra, biraz ümit, bir cesaret,
Ya yalnızlık?
Yalnızlık yok diyor.
Yalnızlık senin yokluğundur...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder