24 Ocak 2015 Cumartesi

BİLİNMEYEN NO: 147
  EN BOŞ MASALIN BİLE, HAYAL GÜCÜ İÇİN BÜYÜK BİR ÇEKİCİLİĞİ VARDIR VE EN KÜÇÜK ÖZ DE AKILCA ŞÜKRANLA KABUL EDİLİR...YA DA ÖDÜL ALDIĞIM KARANLIK BİR HİKAYE: KIRMIZI  

(BİR HİKÂYE)
   Gethe'ye ait başlığın ilk kısmı, günün hikaye ile ilgili olduğunu belirttiğine göre ne ilgili olduğunu söylemek fazla uzatmamak açısından iyi olur diye düşünerek aşağıdaki hikayem; 'Kırmızı' nın Mersin Kelenderis Öykü Yarışmasında üçüncü olan kısa hikayem olduğunu söylemek yeterli olacaktır sanırım.
   Bir radyo haberinde duyduğum; 'adamın birinin kafasına aldığı darbe sonucu renk körü olduğuna dair bana ilginç gelen durum' hikayeyi yazmamda ilham olmakla beraber adamın psikolojik durumu +  hapsedilmenin kaotik sonuçları + zamanın 1800 li yıllara ayarlanması aşağıdaki hikayeyi çıkardı ortaya...

   NOT: karman çorman bir romana başladığım için sık olamasa da yine de fırsat buldukça burada bulunmaya devam edeceğim...
   diğer yandan ilk kitabım Şubat sonunda muhtemelen yayınlanacak o zaman daha sık yazacağımı belirtirim vesselam...

KIRMIZI
(VE RENKLER HAKKINDA)
   ‘’Ali Paşa’daki kabadayıyla kavga ediyormuş bu, şans eseri adam kendi usturasına biçilip ölmüş diyorlar.’’
   Misafir kadın felaket haberi almışçasına abartılı iki yana sallanarak yanı başlarında fasulye ayıklayan genç kıza baktı.
    ‘’Bizzat kadı Efendinin akrabası olan genç ölünce, önce kürek mahkûmu yapmışlar bunu…’’
   Kız içini çekti. Dinlemek istemiyordu ama işini de bitirmeliydi, sonra koşarak eve gidecekti. Bugün görebilirdi onu belki. Hem geleli üç gün olmamış mıydı?
(GÖREMEMEK)
    ‘’İstanbul’un o büyük Kasımpaşa zindanında kalmış diyorlar. Karanlık surlarla çevriliymiş burası. Ama zindan dediysem; camisinden, fırınına, hamamından, çeşmesine her şey varmış orada, hatta bir Hıristiyan ibadethanesi bile bulunurmuş diyor karşı evdeki Ermeni terzinin karısı.’’
   İhtiyarın susmayacağı belliydi, fasulyeleri daha bir hızlı ayıklamaya başladı. Elbet olanları biliyordu ve hatta tüm İzmir de biliyordu belki. Ses etmedi. Bir kez daha anlatmadan, kendini vazgeçirmeye çalışmadan susmayacaklardı. Zaten üç gündür herkesten aynı şeyleri dinlemiyor muydu?
    ‘’Gündüzleri dışarıda, kadırgaların yapıldığı kasabada çalıştırıyorlarmış…’’
(EN ÇOK DA KIRMIZIYA ÖZLEM)
   Telkinleri bir şey değiştirmiyordu. İnanmıyordu suçlu olduğuna ya da ‘delirmiş’ dediklerine.
   Giderken ‘bekle’ demişti. Elbet bekleyecekti. Seviyordu, ilk göz ağrısıydı o…
   ‘’Ege adalarından, yakalanan Hıristiyan gemilerinden ya da Frenk şehirlerine yapılan akınlardan esir edilen kim varsa, itin uğursuzun yanına tıkmışlar bunu… Kim bilir nasıl insanlarla yarenlik etti o yılan deliğinde yıllarca.’’
   Genç kız gözünden süzülen görünmesin diye olacak, daha çok eğdi incecik boynunu…
(KAOS)
   ‘’A kızım, dinlemezsin ama dikkat et diyoruz sana, o artık senin bildiğin Hasan değil. Yollarda kendi kendine konuştuğunu söylüyor tüm mahalle. Gâvurların görmek için Fizan’dan geldiği o güzel derenin kıyısına oturup, saatlerce rengârenk kumlarına bakıyor ve sonra birden kızıyor hiddetleniyormuş, buna ne demeli?’’
(RENKLER)
   Biri sussa diğeri başlıyordu. Ama bitmek üzereydi işi, bir an önce mahalleye dönecek ve Hasan’ın kapısı çalacaktı bu kez. Onu beklemişti, hakkı vardı buna…   
   ‘’Kimseyi istemedin de, ille dönmesi bekledin ya, çok yazık… Bak anan iki gözü iki çeşme, yataklara düşecek. Uzak dur o adamdan, giden yavuklun değil o artık. Üç gün oldu da seni görmeye bile uğramadı ya evinize, yalan mı?’’
      Sürekli geliyor ve sürekli gidiyorlardı… Tüm gemilerin yanaşma yeri ve yarışma noktasıydı burası. Kayıklar, Osmanlı’nın savaş gemileri, Fransa’nın, Avusturya’nın ağır savaş gemileri, tüm ulusların her türden gemileri vardı limanda.
    ‘Esaret zamanı yaptığım kadırga bile olabilir’ diye düşündü, martı misali açıkta süzülen için.
(AYŞE)
   Birbirine dolanmış dar sokaklara girdi. Etrafta deve sürüleri geziyordu. Anadolu’nun en büyük pazarıydı burası. ‘Acem ipekleri, Beypazarı iplikleri, balmumu, Mahmude otu, ravent, afyon, aloe, kasnı otu, Arap zamkı…’ her kafadan bir isim çıkıyordu. Duymasına rağmen hatırlayamadığı hayallerin diyarıydı burası.
   Suriye elmaları, Umman şeftalileri, Halep yaseminleri, Şam nilüferleri, Nil hıyarları, Mısır’ın misket limonları, sultani ağaç kavunları, Mersin yemişleri…
    İlk kez görüyormuş gibi meraklı ya da acı bir kaybı arıyormuşçasına bezgin, tam ortada durup tezgâhlara bakındı tekrar.
   İlk kez değildi elbet buraları gezmesi ama esaretten döndüğünden beri gördüğü renksiz gölgelerin hiçbiri maziye ait hatıralarla uyuşmuyordu.
(DÖNDÜĞÜNDE OLAMAYAN)
   İkindi ezanı çoktan okunmasına rağmen hava hâlâ sıcaktı, alnındaki teri sildi mendiliyle. Sessizce etrafı dinledi sonra ve açtı gözlerini.
   Şeyler vardı elbet ama renkler…
   Renkleri tamamen solmuş, kurumuştu...
   Sadece kokucu dükkânını görünce sevindi bu yüzden; gülsuyu, portakal çiçeği kurusu, amber, miskle karışmış gül kokusu serpen bir gülabdan, erkek kokusu saçan tohumlar, sandal ağacı dalları, sarısabır ödü, İskenderiye’den rengârenk koku mumları…
(BEKLEMEK)
    Kokularla bir sorunu yoktu ve hatta sarımsaklı güveç, yağ ve balık kokuları dahi midesini bulandırmadı bu kez. Her şey beş yıl öncesi gibiydi ve hatırladığı kadarıyla aynı kokuyordu yine dere kenarındaki, rengini mor diye bildiği ama artık kirli gri gördüğü Erguvanlar.
     Bedestenin bulunduğu sokağa saptı. Bursa ipeği, sabahlıklar, altın işlemeli muslinler, diğer tarafta kadifeler ve deri terlikler. Kayserili halı tüccarlarına ait, rengârenk olması gereken ve bu yüzden yine içini hüzün ve hiddetle dolduran duvar halıları.
   Köşedeki silah dükkânına yöneldi dalgınca. Pers cangiar hançerleri, Şam kılıçları… Farkında olmadan geldiği bu yerden rahatsız oldu. O uğursuz günden beri silah taşımaya tövbe etmişti.
(KARAR)
   Bir anlığına kuşağına gizlediği paket geldi hatırına.
   Yokladı, neyse ki yerindeydi…
  Bedestene girmek istemedi. Kapalı yerlerde duramıyordu artık. Kayıkçı kahvehanesinin bulunduğu ara sokağa saptı ve ardından pazardan çıkmak üzere kuzeye, Ermeni ve Frenk mezarlıklarının bulunduğu koruluğa yöneldi.
   Pazarın seyreldiği ağaçlıklı yolun sağında seyyar limonata, şerbet, kötü dondurma ve macun tezgâhları bekleşiyordu.
   Yaşlı bir macuncunun yuvarlak tepsisine yanaştı, heyecanlıydı.
    Üçgen bölmeli, her haznesinde farklı tat ve renkte olması gereken macunları inceledi. Her şey yanlıştı, aradığı burada da yoktu.
(HAYAT)
   Tezgâhı kaldırıp çimenlere fırlatmamak için zor tuttu kendini.
   Görebildiği sadece gölgeler olmuştu yine...
   Başının ardına kürekle vurdukları o geceden beri kafasının içinde görmesini sağlayan yolda bir şeyler parçalanmıştı.
   Göremiyordu artık renkleri. Sadece koyulu açıklı şekillerin her tondan çamurumsu gölgeleriydi dünyasından kalan.
   Pazara gelmesinin sebebi de buydu belki, bir umut...
   İzmir’in en renkli yerindeydi şu an. Burada da rastlayamazsa hiçbir yerde bulamayacağı belliydi çok özlediği kan kırmızıyı…
   ‘Zindanda deli oldu Hasan’ demişlerdi ardından, ama deli değildi. Sadece, renkler çıktığı için hayatından kalbinde çırpınan yaşam durulmuştu. Öldürmek için bir kez, urganla asmıştı kendini ama zindan gibi yerde bulabildiği tek çürük ip de yarı yolda bırakmıştı onu…
   Göremediğinden olacak, yine içinde bir şeyler taştı. Hâkim olmak için kendine derince soluklandı...
(AYNI KİŞİ DEĞİL DEDİLER ONA)
   ‘’Her renginden ver’’ dedi yaşlı macuncuya, çıkardığı tüm kuruşlarını tepsiye boşaltırken.
   Az sonra evin olduğu sokağa girdi. Pencerelerden onu gözlediklerini biliyordu, adımlarını hızlandırdı. Akşamüzeri pazara gideceğini söylemişti anası, ev sessizdi. Avluya açılan tahta kapının paslı kilidini açtı…
   Atacakken adımını içeri çağıran biri varmışçasına çevirdi başını yukarı. Dalgın yürüyen Ayşe’siydi yokuşun başındaki, o da görmüş müydü kendisini?
   Uzaktaydı ama geldiğinden beri ilk kez bu kadar yakındı ona. Çıkmaya karşısına ya da görmeye cesareti yoktu, bakmaya kıyamadığı yeşil gözlerine.
   Hak etmiyordu şüphesiz, yaratanın en güzel rengi verdiği gözlere bakamayan, onları göremeyen kendi gibi bir meczubu…
   Hem merak da etmemişti kendisini, vazgeçmişti demek.
(SON)
   Ve Hasan, tahta kapıyı ardından kapayarak dermanı kesilmişçesine yorgun, bahçede kararmış sünger taşına oturdu.
  Başının arasında elleri, sokaktan gelen sesleri dinledi bir süre.
   Ve ardından, zayıf ve esmer bir adam perdeleri sımsıkı kapalı küçük odasına girerken pazara almak üzere gittiği paketi çıkardı kuşağından.
  Heyecanlıydı. Bu yüzden belki, kapıdan gelen çekingen tokmak sesleri ulaşmadı odasına.
   Aralık perdeden batan güneş, kumaşa sarılı Arap usturasından yankılandı sonra duvarlarında ve ardından çelik, kan içinde bıraktı kemiğine kadar tüm bileklerini…
   Ve cansız bedeni söyleyebilseydi eğer o akşam; bileklerindeki gül rengini gördüğüne yemin edebilirdi en sevdiği Ayşe’sinin üzerine…        
(NİSAN/2014. ÇETİN TARI)

                  *5. KELENDERİS ÖYKÜ YARIŞMASI 3. LÜK ÖDÜLÜ                                      

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder