27 Ekim 2013 Pazar

BİLİNMEYEN NO: 98

İLK KISA HİKAYE DENEMEM 'YELKOVAN' YOLLADIĞIM DERGİLERDEN İLKİNDE YAYINLANDI :)
YA DA MUTLULUK..
   

Aranızda kalsın ama pek çok dergiye yolladığım ilk kısa hikaye denemem
 'Yelkovan' dergilerden ilkinde yayınlandı ve ben, akşam Google'a adımı yazıp yanına öykü kelimesini ekledikten sonra bir tesadüf sonucu bunu öğrenmiş oldum..
   Günler önce önüme koyduğum beyaz kağıt hikayesini hatırlarsanız: (bilinmeyen no:89) günün konusu ile ilgili deneme yapacağım, dediğimde 
aşağı yukarı bununla ilgi bir dilekte bulunmuştum aslında..
   Kitaplarımın yayınlanması için adımın yavaş yavaş duyulması gereği ve çeşitli dergilerde yayınlarımın olması artı şeyler olarak bana söylendikten sonra çok da tarzım olmasa da hikayeler yazmaya başladım..
 İşin garibi ilk hikayemi yazdığımda bu işten anlayan arkadaşlar beğenilerini de ifade edince (ve dün ilk yayınlanmayı görünce) hikaye de yazabileceğimi ve bundan zevk dahi alabileceğimi keşfettim..

(Hikayemin yayınlandığını görünce ilk mutluluk tepkim)

   Dolayısıyla sevgili arkadaşlar aşağı yukarı iki haftadır aklımda olan başka bir kısa hikayeyi yazmak üzere bilgisayarın başına oturmuşken dün yayınlanan kısa hikayemin dergilere yollanmış versiyonu da sizinle paylaşmak istedim ki 
pazar gününü fazla sıkılmayacağınızı umduğum bir yazı ile geçirmenize aracılık etmiş olabileyim..
  Bu arada sosyal paylaşım platformlarından iletilerimi paylaşıp beni diğer arkadaşlara da ulaştıran büyük gönüllü tüm arkadaşlarıma teşekkür ederim..
 Şu an değilse de ünlü olunca sizi Çırağan'da ağırlayacağım; söz (ama hatırlatın o gün;)
    O halde ilk kısa hikayem;

YELKOVAN

   Saat üç ile dört arasında, dörde daha yakın. Yelkovan düşeli iki ay oldu. Yine de saati neredeyse tam olarak tahmin edebiliyorum, 38 dakika geçiyor. Bunun sebebi saniyeleri sayıyor olmam da olabilir tabi…

  Annem tamir ettirmek üzere götüreceğini söylemişti ama sürekli unutuyor, bense hatırlatmıyorum artık, alıştım durumuna…
  Geldiği ilk günü hatırlıyorum 1979 ilkbaharında arka bahçede çamurdan tabanca yaparken biz, Almanya’dan gelen komşumuzun hediye olarak getirdiği guguklu saat bu…
  O gün ağabeyimle, saat başı ötecek diye gece yarısına kadar başından ayrılamamıştık. Kuş her öttüğünde sahip olduğu zekaya mucize gözüyle bakıyorduk, ne kadar da havalı bir saatti…
  Odama uğramayalı iki günden fazla oldu? Yemeğim ve suyum yok ama her şeyden öte sigaram da kalmadı... Oysa hayatla tek bağımın sigara ve kitaplarım olduğunu biliyor, her ne kadar artık kitap okuyamayacak kadar dikkatim dağınık olsa da...
  Ağabeyim, üç gün kalan 12. Yaş gününü göremeyeceği bir trafik kazasında ölürken onun yokluğuna bir türlü alışamayan ve avuç dolusu sakinleştiriciler ile ayakta durabilen babam sonunda bu dünyada daha fazla duramayacağına karar verdiğinde, 26 yaşıma yeni basmıştım..

Tarih boyunca yaşayıp ölmüş insan sayısı 110 milyardır.

 
O günden sonra değiştiğimi anlatıyordu annem. Sürekli hastaneye gitmeler, testler, unutmalar, anlamasız konuşmalarım içinde kayboluş ve sessiz asabiyetim…

  Artık işime devam edemeyeceğimin kesinleştiği o salı günü ve eve kapanma sürecim ve ardından doktorun kapalı kapılar ardında anneme şizofreniye doğru kaymakta olduğumu anlatması..
  Kaymak? Bir insan neden kayar? Tabi ki elinde olmadığı için...
   Ama yanlış bir tespitti, bir şeylere kaydığım yoktu, daha doğru olan beynimden fışkıran tüm o diğer kişiler ve seslerin dünyama kaymakta olduklarıydı... Durdurmak ya da onlardan kaçmak mümkün olamadı, bir gün uyandığımda tüm ruhumu işgal etmişlerdi...
  Sigaradan sepya bir renk alan odamın duvarlarını krem rengiydiler diye hatırlıyorum, oysa gri olduklarını not almışım pencerenin sağ alt köşesine...

Artık sorma! duvarlarının eski rengi; gri…

  Emin değilim… Oysa eskiden hiçbir şeyi unutmazdım; tarihler, isimler, yüzler ve hatta kitaplar bir resim gibi hayalimde, önüme sayfalarca açılır ve ben onları yanlışsız, ezbere okuyabilirdim. Bunu herkesin yapamadığını fark ettiğimde altı yaşımdaydım.
   Babam; ‘‘Gel...’’ derdi misafirlerin yanında gururla, ‘‘…sana aldığım küçük Prens kitabını, ezbere bir oku…’’
  Oysa artık en ufak şeyler bile labirentte kaybolan fareler gibi beyin kıvrımlarımda eriyip yok oluyorlar…
  Artık unutmamak için her şeyi yazıyorum. Keçeli kalemimle ve odamın duvarlarında gördüğüm, kalan her boşluğa yazıyorum… Tavanda ulaşabildiğim yerlere kadar üst üste karalamalar dolu... Hatırlamalıyım, eskiden bildiğim her şeyi uykusundan uyandırmak için ihtiyacım var yazmaya ve bunları tekrar tekrar okumaya, hiçbir şeyi unutmamalı, babama mahçup olurum…
  İyi değilim ama özellikle unuttuğum an, ölüyor olduğum kesinleşecek sanki… İçimde, çok derinlerimde, bozulmadan kalmayı başarmış bir yerdeki garip bir sezgi böyle söylüyor… yazmalısın, dayan…

1907 yılında Massachussetts’li bir doktor, özel bir ölüm döşeği tasarladı. Sonra da insan vücudunun ölüm anında 21 gram kaybettiğini rapor etti.
Bu nedenle ruhun 21 gram tuttuğu varsayılıyor…
(o son anda, 21 gram eksileceğim)

  Odama uğramayalı iki gün mü oldu? Bu sabahtan itibaren hayallerim, susuzluğun da etkisiyle koyu yeşil çamurlara benzeyen canavarlar halini aldı… Gözlerimi kapadığımda çivit mavi bir tona gömülüyor ve dayanamayıp açtığımda onları, her yönden sırayla başımın üzerine çullanıyorlar…
  Nefes alamayacağımı düşündüğüm son anda kafamı tahta pervaza vurmasam, öldürmeleri kaçınılmaz. Eskiden de olurdu ama belki ayda bir, oysa şu an sürekli odada karşımdalar…

Kendime; elektronik mühendisisin.
Okulunu birincilikle bitirdin…

  Pervazı her an daha çok kaplayan kan beni ölesiye korkutuyor, yoksa hayal mi hepsi… Yani az önce geldi ve beni kontrol etti belki, üzerimi değiştirip yanıma o beyaz gofretlerden de koydu, belki açlığım susuzluğum, kafamdan akan kan, hepsi, hepsi birer hayal…
  Saat beşi üç dakika geçiyor olmalı… Susuzluğum dayanılmaz ama dışarı çıkamam, kaç yıl oldu bu odadan dışarı adım atmayalı, beni yutmak üzere eşikte bekleyen düşmanlarımın topraklarına…

Yetişkin bir insan günde 23 bin defa nefes alır…

  Nefes alamıyorum, neden yanıma gelmiyor, dışarı çıkamayacağımı bilmiyor mu? Küçük tuvaletimi yatağın arkasına yaptım az önce, geldiğinde kızacak ama olsun, hele bir gelsin de bu kez onunla konuşacağım. Çok şaşıracak ve gülümseyecek belki, saatin yelkovanını buldum ittiğim yatağın altında…
  Eskiden ne çok konuşurdu benimle, ne çok gülerdik, oysa nasıl bir şey olduğunu hiç hatırlamıyorum artık  gülmenin ve biriyle konuşabilmem imkansız gibi…
  En büyükleri dalga geçiyor sürekli. Burada öleceğimi söylüyor, arkama dönmem gözlerimi kapamam fark etmiyor onun için, sürekli omuzlarımda. Omuzlarımdaki melekleri de çoktan kovmuş…  Artık yapayalnızsın diyor…
   Saatten yayılan dalgalar dev bir çanın içindeymişim gibi beynimde çınlıyor. Kahkahaları her yerde; ‘’Burada öleceksin, kimse yok bu evde…’’

Ölümden sonra üç gün içinde akşam yemeğini öğütmeme yardımcı olan enzimler beni yok etmeye başlar..

  Saati ve çocukluğumdan kalanı, az önce parçaladım. Ve masamı da ve kitaplığımı da… Kapımın içeri açılan camını da kırmalıyım, bunlar cesaretimi toplamak içindi ve gücümü toplayıp dışarı adımımı atabilirsem, çok kızacağım bu gün ona; ‘’Beni, oğlunu nasıl unutursun? Dışarı çıkamayacağımı bilmiyor musun, hem yıllardır çıkmadım ki?’’
  Güneş doğuyor. Dışarı bakamam ama ilk kez kalın perdelerimi açma gereği hissediyorum. Tüm korkularıma ve insanların o tiksinti veren bakışlarına rağmen perdeleri aralayacağım bugün…

Vietnam işgalinde Amerika, öldürdüğü
her Vietnamlı için 50 bin kurşun attı..

  Saatin kaç olduğunu bilmiyorum artık ama açlıktan uyuşan beynim, camın önünde yıllar önce kurumuş olan çiçeğin, kalan iğrenç dallarını yememi emrettiğinden beri olmayan kontrolümün son kırıntılarının da elimden uçtuğunu fark ediyorum.
  Kesilen elime aldırmadan, kırdığım oda kapıma ait buzlu cama, nihayet bakma cesaretini gösterebiliyorum. Görünen duvarlar tertemiz ve aydınlık gibi...
 
 Yeşil yaratık duvarın dibinde oturmuş saatin kırık parçalarını kurcalarken, birden donuk bakışlarını üzerime dikerek niyetimi anlamışçasına, çıkmamamı emrediyor; ‘‘Anneni o halde görmek istemezsin…’’

İnsan beyninin %80’i su dur ve öldüğünde…

  Tanımaktan aciz olduğum sesimle, her zaman yaptığım gibi kulaklarımı kapayarak sonsuz tartışmalara giriyorum kendimle, bir ileri bir geri sallanırken bu kez beni duysun diye ama odama gelen yok.
  Sadece karşımdaki yeşil çamur, yolun sonuna geldiğimi söylüyor elindeki yelkovanı yüzüme fırlatırken: ‘’şizofrenler, tüm ailesini kaybedince ne olur biliyorsun değil mi?’’ Ve daha şiddetli gülüyor bu kez ve sesi duvara sürülen keskin pençeler gibi beni halıda yeni açılan dipsiz bir kuyuya çekemeye çalışıyor. Buradan çıkmalıyım…
   Gözümü açtığımda hava kararmış ve ben koridorda boylu boyunca yatmaktayım. Buraya nasıl geldiğimi hatırlayamıyorum. Artık hiçbir şeyi hatırlamıyorum. Buranın duvarlarında notlar yok, geçmişim ya da kim olduğum, sanki hiç yaşamamışım ve başka bir zamandayım, iyi olduğum zamanlar..
   Babamla annem ağabeyimle birlikte televizyon izliyor olmalılar. Koridorun sonundaki odada hafif sesler altında oynaşan ışıkları hissedebiliyorum. Arkamdan gelen yeşil yaratığın tüm azarlamalarına rağmen sorun yok, kalbim deli gibi çarpsa da yanlarına gidebilirim …

Kalbimiz Bir Dakikada 5 Litre Kan Pompalar.                     Böylece Kan Vücudumuzda Her Gün Tam                                              100 Defa Deveran Etmiş Olur.

  Ve odadayım, yıllar sonra… Duvardaki eski moda halı ‘saraydan kız kaçırmayı’ anlatan deseniyle çocukluğumu çağırıyor odaya. Ve ben yerde kırık tahtalarla oynayan küçük halime dokumadan kanepede yatan anneme yaklaşıyorum. Çocuk yapma diyor, ‘’…yatıyor.’’
  Benim yüzümden yorulduğunu biliyorum. Örterek battaniyeyi omuzlarına sessizce dağılan bembeyaz saçlarını düzeltiyorum. Hiç kımıldamıyor. Huzurlu bir ifadesi var, artık istediği kadar uyuyabilir, zaman sona erdi…
   Uyandırmamak için sonsuz uykusundan, mutfağa geçiyorum son gücümle ve parmaklarımın ucunda...
  Küflenmiş bir ekmek parçasını da alarak yanıma, yeşil yaratığın daha fazla rahatsız etmemesi için onu, kapıyı arkamdan kilitleyerek evden dışarı çıkıyorum..

  Kapkaranlık bir an içinde,
  elimde yelkovanımla 
başbaşayım…


                                                                                                (Çetin TARI. Eylül.2013. ANKARA)
    

2 yorum: